Daft Punk – Müzİğİn Dahİ Çocukları

 

Müzik, henüz yerleşik yaşama geçilmeyen dönemlerden beri insanoğlunun hayatının bir parçasıdır. Doğadaki nesnelerin kullanılmasıyla yine doğadaki sesleri taklit ederek oluşturulan sesler, dini ayinlerin vazgeçilmez ritüellerinden biriyken, insanlığın gelişiminden müzik de nasibini almıştır. Uzun yıllar yine din ile paralel ilerleyip özellikle kilisenin etkisi altındayken, kişiselleşmeye başlayıp önce taverna kültüründe eğlencelik olarak kendine yer bulan, ardından da büyük besteciler önemli eserler ortaya koyduklarında, müzik de farklı bir boyut kazandı. 16ncı, 17nci YY’da Vivaldi, Beethoven, Mozart gibi dâhilerin besteleri, müziğin boyutsuzluğunu ve ulaşabileceği bir son noktası olmadığını tüm dünyaya göstermişti. Biraz daha yakın geçmişe geldiğimizde ise, teknolojik gelişmelerin ses üzerindeki etkisi müziği yine farklı bir boyuta taşıdı. 1950’li yıllarda başlayıp özellikle 90’lı yıllar, müziğin elektronikleştiği, farklı soundların duyulmaya başladığı bir dönemdi. İşte o günlerde müzik yapmaya başlayan Fransız ikili Thomas Bangalter ve Guy – Manuel de Homem – Christo, bu gün pek çok kişinin gözünde çağımızın Beethoven’ları, Mozart’ları konumundadır. Dahi müzisyenlerin grubu Daft Punk; asırlar sonra bile hatırlanacak, müzikleri pek çok nesli hem mutlu edip dans ettirecek, hem de hüzünlendirip düşündürecektir.

Çok genç yaştan itibaren beraber müzik yapan ikilinin uyumları müziklerinin de kalitesine yansımış durumdadır. Kariyerlerinin ilk dönemlerinde karma bir albümde bir şarkıları yayınlanan ve bu şarkı için Melody Marker isimli dergide kullanılan ‘bir kısım aptal müzik (a bunch of daft punk)’tabirini pek seven ikili o zamandan itibaren Daft Punk ismini kullanmaya başlamışlardır. İlk dönemlerinde underground müzisyenlerin şarkılarını yeniden yorumlayan grup, progressive house’dan funk’a, elektro’dan tekno ve hip-hop’a kadar pek çok tarzda deneysel olarak nitelenebilecek çalışmalara imza atmıştır. Yayınladıkları ilk single ile bekledikleri ilgiye ulaşamayan Daft Punk, ilerleyen dönemde yayınladıkları Da Funk single’ı ile hem çok yüksek satış rakamları elde etmiş, hem de tüm dünyanın tanıdığı bir grup haline gelmiştir. Around The World gibi bir harikayı içinde barındıran 1997 yılında yayınladıkları debut albüm Homework ile başarılarının tesadüf olmadığını gösteren ekip, bu ilk ciddi çalışmalarıyla 90’lı yılların unutulmazları arasına isimlerini yazdırmayı başarmışlardır.

2001 yılında yayınlanan ve tüm zamanların en leziz, en muazzam albümlerinden olan Discovery, grubun başarılı müzik yapmanın ötesinde çağımızın en büyük müzik dehalarından olduğunun da bir ispatı oldu. Albümde yer alan her bir şarkının yoğun çalışmalar sonucunda oluştuğu dinlerken hissedilirken, elektro-pop ve synth-pop kategorilerinde müzikal kalite anlamında Discovery’ye yaklaşabilmeyi başarmış proje bence yok. Albüm kayıtlarının yanında, sahne şovlarını da ayrı bir müzik ziyafetine çevirmeyi iyi bilen Daft Punk, canlı kayıtlardan oluşan “Alive 1997”yi de aynı yıl piyasaya sürmüştür. 4 yılda bir albüm çıkartmayı adet edinen grup, 6 haftalık bir kayıt süresinin ardından piyasaya sürdükleri “Human After All” ile kendilerini tatmin etmiş olabilirler belki fakat genel olarak hayranlarını pek de mutlu edemediler. Satış olarak da beklenilenden az bir rakama ulaşan Human After All, grubun müzik anlamında ne yapabileceklerini göstermelerinden ziyade dünyaya ve düzene karşı içlerindeki rahatsızlıkların bir dışavurumu konumunda. Steam Machine, The Brainwasher, Television Rules the Nation, Technologic gibi şarkılar hem isimleri hem de içerikleriyle bu tezi doğrular nitelikte. Thomas Bangalter’in kendisinin de belirttiği gibi Discovery’ye göre daha spontane ve daha hardcore bir yapısı olan, stabil tekrarların oldukça yer aldığı Human After All yine de bu dahilerin yapabileceklerini görmek adına önemli bir yapım.

1982 yapımı Tron filminin devamı niteliğindeki Tron: Legacy filmi için Disney tarafından müzik yapmaları istenen Daft Punk teklifi kabul etti. Maddi anlamda kayda değer bir getirisi olmadığı halde büyük bir orkestrayla müzik yapma fikri, siber-ses, 3 boyutlu ultra teknoloji ve bu çılgın maceranın bir parçası olma fikri ekibe çekici gelmişti. Ses mühendisleri ile tanışıp, akustik üzerine de kendilerini geliştiren ikili müzikal anlamda da önemli bir kırılma içine girmişlerdi. Tron: Legacy filmi 2000’li yılların soundtrack anlamında en başarılı filmlerinden biri olmuştur. Daft Punk müziklerine klip olmuş filmin bir sahnesinde de gördüğümüz ve filme de çok yakışan ikili, bu projenin ardından eski Daft Punk olarak kalamayacaklardı.

Tarihler 17 Mayıs 2013’ü gösterdiğinde ise efsane geri dönmüştü. Columbia Records lisansı altındaki kendi şirketleri Daft Life tarafından yayınlanan Random Access Memories, Daft Punk’ın bu güne kadar yaptığı albümler içerisinde en geniş kitleye ulaşan, sadece elektronik hayranlarının değil, her türden müzikseverin beğenisini ve takdirini kazanan bir albüm olmuştur. Elektronik altyapıların daha enstrümantel soundlar ile harmanlandığı, vokalin şarkı içindeki konumunun arttığı, elektronik seslerin moduler synthesizer ve eski tip vocoder ile sınırlı tutulduğu bu albüm, içinde barındırdığı her şarkı ile otoritelerin takdirini kazanmıştır. 70’li-80’li yılların Amerikan disko müziğine bir saygı duruşu niteliği taşıyan albüm ile Daft Punk, 56. Grammy Müzik Ödüleri’nde En İyi Albüm ve En İyi Şarkı dahil toplamda 4 ödül kazanmıştır. Pharrell Williams’ın vokalde yer aldığı Get Lucky parçası ile çıkışını yapan albümün içindeki diğer nimetlerin keşfedilmesi ise biraz daha zaman aldı. Julian Casablancas’ın vokalde yer aldığı Instant Crush, Giorgio Moroder’un kendi müzikal yaşamının öyküsünü de şarkının içinde anlattığı Giorgio by Moroder gibi şarkıların yanında tüm zamanların en deli işi şarkısı olan Touch da sonradan keşfedilen güzelliklerden. Touch isimli parçayı bu kadar özel kılan ise dahi ikilinin yaptıkları bir kurnazlık. Müzikal anlamda attıkları her adımı planlayan ve her hareketlerinin bir anlamı olan Daft Punk, R.A.M. albümünün tam ortasına Touch şarkısını koyuyorlar. Ve Touch’un ortasına da belki de yüzyıllardır üretilememiş güzellikle bir enstrüman uyumu –özellikle de piyano ve trompet– yerleştiriyorlar. Kendi içinde 7 bölümden oluşan şarkının başlangıcı ve bitişi dinleyeni zorlayabilecek nitelikte sert ve rahatsız edici tınılar barındırmakta. Fakat eğer sabrederseniz elde edeceğiniz şeyin pek eşi benzeri yok. O doyumdan sonra da zaten şarkının tekrar kabuğuna çekilmesi ve gizlenmesi sizi rahatsız etmiyor, aksine mutluluk veriyor. Eğer kendinizi verip dinlerseniz ne demek istediğimi, müziğin başarısını ve müziği yapanların zekâsını yakalayabilirsiniz. Rock & Folk dergisi bu albümden sonra Daft Punk için “pop müziğin otomatik pilotunu kapatan robotlar” tabirini kullanmıştır. Daha fazla bir şey söylemeye gerek yok herhalde.

Müzikal başarılarının yanında Daft Punk, görsel anlamda da her zaman kendisinden söz ettirmeyi bildi. Çekingenliklerinden dolayı sahneye maskeyle çıktıkları ilk dönemlerinden itibaren yüzlerini gizlemeyi tercih eden ikili, bu gizem ve bilinmezlikle birlikte daha da konuşulur oldu. Eski yıllarda bütün vücudu kaplayan robot kostümleri de giymişliği olan ikilimiz, yıllar içinde değişen müzik tarzlarıyla birlikte görüntülerinde de yeniliklere gitmiş, farklı kasklar eşliğinde sevenlerinin karşısına çıkmışlardır. Şahsi dış görünüşleri dışında, klip videolarına da çok önem veren Daft Punk üyeleri, yaptıkları albüm anlaşmalarında yapımcıların kliplere kesinlikle karışmayacağı maddesine oldukça önem vermektedirler. İşitsel üretimlerini en iyi şekilde görselleştirebilecek kişilerle çalışıp, her türlü gideri kendi ceplerinden karşılayan Bangalter ve Christo, müziği sadece müzik olarak düşünmedikleri için belki de bu kadar başarılılar. Spike Jonze’un yönetmenliğini yaptığı Da Funk klibinin ardından, tüm zamanların en yaratıcı kliplerinden olan Around the World için Michel Gondry’nin hazırladığı klibi kim unutabilir ki? Kareografide yer alan her bir dansçı grubunun, şarkıdaki farklı bir ses grubunu temsil ettiği klip kuvvetle muhtemel Daft Punk üyelerinin aklından çıkan bir düşünce olsa gerek.

İşin özüne baktığımızda iki “nerd” olduğunu söyleyebileceğimiz Daft Punk üyelerinin, elde ettikleri başarı ve maddi imkanlarla beraber bir anlamda kendi hayallerini de gerçekleştirdiklerini söyleyebiliriz. Müzikal anlamda sürekli farklı tarzda denemelerle kendi istediklerini yapan Bangalter ve Christo sinema anlamında da kendi özgün içeriklerini üretmekteler. Hayranı oldukları Japon anime çizeri Kazuhisa Takenouchi ile bağlantı kurarak Discovery albümdeki şarkıların kullanıldığı bir anime oluşturulmasını sağlayan ikilimiz, senaryosunu kendilerinin yazdığı “Interstellar5555: The 5tory of the 5ecret 5olar 5ystem” ile hem harika bir animenin oluşturulmasını sağlamış, hem de Discovery albümünün etkisini ve güzelliğini katlamışlardır. 2003 yılındaki bu filmin ardından, bu sefer senaryo yanında yönetmenliğini de kendilerinin yaptığı 2006 yapımı “Electroma” filmini var eden Daft Punk, insanlaşabilmek için uzun bir yolculuğa çıkan iki robotun hikayesini anlatmıştır. Önceki filmin aksine kendi şarkılarını kullanmayı tercih etmeyen fakat müzikal olarak yine de hoş tercihleri olan film, seyri pek kolay olmayan oldukça kişisel ve deneysel bir film. Varoluşçuluktan ve nihilizmden beslenen bu film, öze doğru çıkılan bir yolculuk olarak da nitelendirilebilirken, dünyaca popüler Daft Punk’ın kendisinin de herkes gibi genel düzen içinde ne kadar da küçük olduğunu söylemesiyle de oldukça samimi bir iş.

Pink Floyd’a ve Michael Jackson’a olan hayranlıklarını röportajlarında sıklıkla vurgulayan ve zamanında onların merkez noktada oldukları gibi kendilerini de o noktada görmek isteyen Daft Punk bu noktada kendilerini pazarlamayı da oldukça iyi başarmış durumdalar. Random Access Memories albümü yayınlanmadan önce başlayan reklam kampanyalarında küçük ve az uyarıcıyla merak seviyesini daima yukarda tutan ekip, önemli etkinliklerde albüm görsellerinin asılmasını ve kendilerinden bahsetmeyi başarırken, Saturday Night Live sırasındaki 15 saniyelik bir video ile kafaları iyice bulandırmışlardı. Intel ve Vice firmaları tarafından kurulan ve sanat ile teknolojiyi birleştiren projeleri desteklemek amaçlı The Creators Project ile anlaştıklarını duyurduklarında ise karşımızda bu güne kadarkinden farklı bir Daft Punk olduğu kesinleşmişti artık. Albümde beraber çalıştıkları Giorgio Moroder, Todd Edwards ve Nile Rodgers’ın Youtube’dan yayınlanan, albümü, albümün konumunu ve Daft Punk  ile, müzik ile ilgili görüşlerini anlattıkları videolar ile heyecan seviyesi iyice yukarıya çıkmıştı. Dünyanın en meşhur müzik festivallerinden Coachella’da ilk single Get Lucky’den bir dakikalık bir video ile ağızlara bal çalan Daft Punk, belki de en önemli hamlesini Yves Saint Lauren ile yaptıkları anlaşmayla gerçekleştirdi. Moda dünyasından da uzak durmayan ve Saint Lauren koleksiyonundan giyinmeye başlayan Daft Punk önemli hamleler yapmaya albümden sonra da devam etti. CR Fashion Book için Milla Jovovich ile oldukça leziz bir fotoğraf çekimi  gerçekleştiren ikili, F1 takımlarından Lotus’la yaptıkları ortak projeyle Monaco Grand Prix’inde de arzı endam etmişler, yarış arabalarına kendi görsellerini koydurtmuşlardır. Yaptıkları iyi müziği iyi de pazarlayarak daha fazla insana ulaştıran, sahip oldukları maddi gücün belki yüz katına sahip olabileceklerken gelen teklifleri reddetmekte herhangi bir sakınca görmeyen tuhaf ve güzel adamlar Bangalter ve Christo.

Tesadüf eseri güzel bir şarkıya imza atabilirsiniz, hatta koşullar o doğrultuda ilerlerse iyi bir albüm de ortaya koyabilir, kitleleri kendinize hayran edebilirsiniz, ama ne kadar süreliğine? Fakat doğru bildiğiniz yolda ilerlerken, hem kendinizi, hem diğer insanları düşünüyor, geçmişin ve geleceğin müziğini bir orta noktada buluşturmak gibi gayeler taşıyorsanız, o zaman yıllar sonra, çağlar sonra bile hatırlanacaksınız demektir. Daft Punk bu gün yaşayan en başarılı ve saygı duyulası müzisyenlerdendir. Önlerinde saygıyla eğiliyor, yeni projelerini büyük bir heyecanla bekliyoruz. ÇOK YAŞA DAFT PUNK. 

Leave a Comment

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir