ŞARAP GİBİ SİNEMACI: JIM JARMUSCH

“Hayatın konusu yoktur, neden filmlerin ya da kurmacaların olsun ki?”

Amerikan bağımsız sinemasının günümüzdeki en önemli isimlerimden olan Jim Jarmusch, 1953 yılında Akron, Ohio’da doğdu. 1971 yılında New York’a taşınana kadar Akron’da kalan Jim, Columbia University’de Amerikan Dili üzerine eğitim almaya başladı. Okulunu bitirmesine bir dönem kala verdiği ani bir kararla Paris’e gitti. Paris’te geçirdiği günlerde bir sanat galerisi için şöförlük yaparak geçimini sağlayan Jim Jarmusch, sinemayla ilişkisini daha ciddi bir boyuta yine bu şehirde taşıdı. Dünya sineması için çok önemli bir mabet olan Fransız Sinemateği’nde, o günlerde hala hayatta olup sinemateğin yöneticiliğini yapan Henry Langlois ile tanışma fırsatına ulaşıp, dünyanın her köşesinden sinemacının işlerini görme fırsatını yakaladı. Zehir kanına girmişti bir kere. İlerlemek istediği alanın edebiyattan ziyade sinema olduğuna karar veren bu genç adam, Amerika’ya döndüğünde New York University’de sinema okumaya başladı. İlerleyen dönemlerde yaptığı açıklamalarda, aldığı eğitimin sinema açısından hatalı ve gereksiz olduğunu belirtecek olan Jarmusch, okul taksitini ödemek için aldığı burs parasıyla ilk uzun metraj filmi olan Permanent Vacation’u çeker. Benim, yönetmenin filmografisi içinde ilk uzun metrajı diye tanımlamayı pek doğru bulmadığım, daha çok bir bitirme projesi olarak gördüğüm bu film yönetmenin, kendisini tanıması ve neler yapabileceğini görmesi açısından önemli bir noktadadır. Dünya üzerinde bir Jim Jarmusch vardır ve o artık bir yönetmendir.

“Kafasını Ozu’ya takmış hayali bir Doğu Alman film yönetmeninin tarzında yapılmış, yarı yeni-gerçekçi bir kara mizah” diye tanımladığı Stranger Than Paradise ile gerçek sinema kariyerini başlatan Jim Jarmusch, bu filmle hem kendi ülkesinde hem de Avrupa’da, hem seyirci hem de ödül anlamında beklediğinden çok yüksek bir başarı yakalar. Ardından çektiği her film ile sinemanın kurallarını bozan ve yerine kendi kuralarını koyan bu Amerikalı, üretmenin her geçen gün daha zor hale geldiği bir dünyada bağımsız kalarak da hala bir şeyler yapılabildiğinin en güzel örneğidir.

Herhangi bir sınıflandırma içine sığmayacak, yaratmak, sınırları aşmak ve Amerika’yı yeni bir bakış açısıyla irdelemek için kafasını durmaksızın çalıştıran bir sinemacı o. “Ben kendi çıkardığım bir işi analiz etme konusunda çok beceriksiz biriyim ve geriye dönüp ona tekrar bakmaktan nefret ediyorum. Bu meseleyi bir gün bu konuda bana açıklama yapabilecek ve benden daha akıllı olan birine bırakmak en iyisi.” Bu sözleriyle filmleri hakkında görüşlerini paylaşmaya hevesli olmadığını aktaran usta yönetmen, izleyen her kişinin film hakkındaki görüşlerinin en az kendi düşünceleri kadar değerli ve önemli olduğunu, kendisinin söyleyeceği her sözün de seyirciye bir şeyler dayatmaktan başka bir işe yaramayacağını belirtmektedir.

Filmlerinden hiç birinin kayda değer şekilde otobiyografik olmadığını belirten Jarmush, kendisi ile ilgili bir şeyler göstermese bile kendisine ilginç gelen, farklı ve komik bulduğu birçok karakter ve olayı perdeye yansıtmaktan geri durmamıştır. Bir hikaye yaratıp, ardından karakterleri oluşturup, karakterleri canlandıracak oyuncuları seçmek yerine, farklı bir yol izleyerek önce kafasında karakterleri ve o karakterlere can verecek oyuncuları belirleyen Jim Jarmusch, ardından o güne kadar not ettiği kısa anekdotlardan, hayatın içindeki yaşanmışlıklardan bir hikaye meydana getirerek var ediyor filmlerini. Yıldız oyuncularla asla çalışamayacağını, çünkü onlarla adam akıllı bir şey meydana getirmek için gereken tanışıklığı-yakınlığı sağlamak için çok zamana ihtiyacı olduğunu belirten Jim Jarmusch, kalıplaşmış bir kadroyla çalışmayı tercih ediyor. Filmlerinin neredeyse tamamında görüntü yönetmenliğini Robby Müller’e emanet ederken, John Lurie, Neil Young ve Tom Waits gibi isimler müzikler ile ilgilenirken, Roberto Benigni, Alfred Molina, Bill Murray, Tilda Swinton gibi isimler de oyuncu olarak sıklıkla Jim Jarmusch filmlerinde karşımıza çıkıyor. Tabi eğer Jim Jarmusch’un arkadaşıysanız, yaptığınız işin çok da bir önemi yok. Müzisyen olan Tom Waits ve çok daha fazlası, bu uçuk yönetmen sayesinde sinemada oyuncu olarak kendilerine bir kariyer yapmış durumda.

Filmlerinde denetimi elinde tutmayı isteyen ve yaptığı işte sınırları kendisinin koyması gerektiğine inanan Jarmusch, Hollywood’dan kendisine gelen, gerek yönetmenlik gerekse de senaryo yazma ile ilgili tekliflerin hiç biriyle ilgilenmiyor. Oyuncular, kurgu ve diğer bütün kararlar konusunda kendisinden başka kimsenin söz sahibi olmasını istemediği için filminin sahibi olmak ve filmin kazancının yüzde 50’sini isteyen Jarmusch, yönetmene maksimum yüzde 30 gibi bir oranın verildiği sektörde oyunu kendi kurallarına göre oynayan bir isim.

Kendisiyle yapılan bir röportajda “Hiç kendinizi Amerikan hükümetini eleştiren ya da siyasal içerikli bir film yaparken görebiliyor musunuz?” sorusuna verdiği cevap, Jim Jarmusch’un siyasal duruşu açısından aydınlatıcı bir konumda iken politik sinema yapan birçok kişinin de kendine bir şeyler çıkartması gereken bir ağırlığa sahip: “Bakın, ideolojik nitelik taşıdığı çok açık olan bir şeyin, Amerika’da bir şeyleri ortadan kaldırma amacına hizmet edeceğine inanmıyorum; çünkü çok doğrudan bir siyasal ifadeyle ortaya çıkarsanız, sizinle anlaşabilme ihtimali olan insanların düşüncelerini pekiştirirsiniz ve anlaşamayacak insanlar da sizinle anlaşmamaya devam ederler; hiç kimsenin düşünce tarzını değiştiremezsiniz. Dolayısıyla, ben asla doğrudan siyasal ya da ideolojik bir film çekmeyeceğim.”

“Gençliğimde kafam siyasal düşüncelerle doluydu, idealist biriydim. Şu anda gezegenimizi kirlettiğimiz duygusunu taşıyorum. Politikada her şey hırs üzerine temellenmiş. Her şeyi mahvettik; örneğin, Çernobil’den sonra insanlar nasıl olur da nükleer güç kullanmayı düşünebilirler! Sadece kendi hayatlarını düşündükleri için hiç aldırmıyorlar. Bir bakıma bu gezegen için her şey çok geçtir artık ve bana göre karşılıklı konuşmalar, birisiyle birlikte yürüyüşe çıkmak, bulutların üstümüzden kayıp gitmesi, ışığın bir ağacın yapraklarının üzerine düşmesi ya da oturup birileriyle karşılıklı sigara tüttürmek gibi en basit şeyler daha önemli hale gelmiştir.” sözleriyle de sisteme ve hayata bakışını dile getirmiştir karizmatik yönetmenimiz.

Dışarıda kalmış, gözünü hırs bürümemiş, aklı fikri yukarılara tırmanmak olmayan insanların hikayeleridir Jarmush filmlerindekiler. Dil konusunda takıntılı bir sevgisi olan yönetmen, kısa diyalogları tercih ederken karakterleri arasında da daima bir iletişim problemi bulundurur. Onun filmlerinde birbirlerini anlamadan, kendi dillerinde konuşarak sohbet eden iki insan bile görebilirsiniz. Yarattığı insanları için kimi zaman siyah beyaz bir fonu tercih eder, kimi zaman renkli. Hayata, kurgulanmış büyük dramatik bir hikaye olarak bakmadığını belirten Jim, şansınıza, tesadüflere ve duygusal durumunuza bağlı olarak, yorumladığımız olayların bir araya toplanmış halidir der hayat için. Ve sinemaya da bu bakış açısıyla yaklaşır.

Vahşi kapitalizmin kendisini en sert şekilde hissettirdiği şu günlerde yazımı yine yönetmenimizin kendi sözleriyle bitirmek istiyorum: “Parayı; çalarak, hile yaparak, yalan söyleyerek ya da şans eseri bulabilirsiniz. Fakat bütün günlük programınızı ona göre yapıp, bütün hayatınızı paranın etrafında kuramazsınız. İhtiyaç duyduğunuzda temin ettiğiniz bir vasıtadır o. Muhtemelen bu düşünce, benim yaptığım her filmin teması olacaktır.”

Leave a Comment

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir